Anadolu Korku Öyküleri: Yerel Spekülatif Kurgunun En Güzel Örnekleri
Korku, gerilim ve gizem. Görsel veya yazınsal olsun, hepsi de uğraşması zor türler. Bazı formüllere uydukça hedef kitlenin hemen memnun edilebildiği yanılgısına varılabilir. Ya da en azından bu üçlüyü basit olarak nitelendiriyorsanız… Ancak işin uygulama kısmından sonraki sonuçlarsa o kadar basit olmadıklarını gösteriyor. Birine ürkütücü gelen bir ayrıntı, bir başkası için alaya alınabilecek kalitede olabiliyor. Hikâyeyi ciddiye alamayan kişiyi etkilemekse zaten anlamsız olacaktır.
Bunu, bu türde yazdığım ya da bu türde çok hikâyeyle haşır neşir olduğum için belirtmiyorum. Az çok bu türlerin örnekleriyle karşılaşmış biri olarak bunları yazıyorum. Türlerin klişeleşmiş numaraları bile kâr etmiyorsa, amaçlanan duyguları yaşamadığınız olmuştur. Hadi tam tersi oldu, bir anlığına gafil avlandınız diyelim; o bir anın yüzü suyu hürmetine hikâyeyi bütünüyle beğenmeniz beklenemez. Bu ve buna benzer konularda deneyimleri olanlarımız vardır.
Havadan nem kapan biri olarak, Anadolu Korku Öyküleri denince, “Anadolu” ibaresinin yazarlara daha da güçlük çıkartacağı endişesi doğdu içimde. Teoride basit, uygulamadaysa zor olan bir türde uğraş veriyorlar zaten. Bu zorluğun üstüne, yerel kültüre ait kodlara ve tanıdık gelen korku figürlerine bağlı kalınması ekleniyor.
Zor bir türde eser vermek ve içerikte bazı kısıtlamalara gitmek? Birbirinin aynısı öyküler çıkma olasılığını akla getiriyor. Neyse ki endişem tamı tamına gerçekleşmiyor. Hatta dürüst olayım; endişem fazla yersiz. Kaynak materyaller ve korku-gerilim için yapılması gerekenlerden doğan ortaklıklar/benzeşmeler haliyle oluyor. Lâkin hikâyelerin farklılaştığı noktalar benzedikleri noktalardan kat be kat fazla.
Bazen geleneksel kalıplarla oynayarak, bazen anlatım biçimini kullanarak, bazen geleneksel figürleri koruyup içeriği modern şekilde işleyerek, bazen unutulmuş ya da cahilliğimizden ötürü bilemediğimiz kültürel figürleri tekrar sahneye çıkararak, bazen de “Niye bizde de olmasın ki?” diyerek daha özgün işler için kolları sıvayarak çeşit çeşit hikâyenin çıkabildiğine şahit oluyoruz bu kitapları okurken.
Öykülerin kendine has taraflarından teker teker bahsedeceğim. Şimdilik, sadece görece ortak noktalarına değinmek istiyorum.
İki ayrı cilt, pek çok ortak nokta
Öykülerin geçtiği mekânlar ve zamanı kavrayış şekilleri benzeşebiliyor. Hikâyeler genel olarak köylerde, kırsal kesimlerde geçiyor. Bu benzeşmeden öte en temel ortak noktaları. Asıl dikkatimi çeken şey mekânların bir adı olsa da, varlıklarının hayal meyal hissedilirliği oldu. Kimisinde tarih belirtilse bile, algısal olarak bir zamansızlık ruhu varmış gibi hissediliyor.
Farklı öykülerde cinlerin benzer özellikleriyle karşılaşılması kaçınılmaz. Geleneksel korku figürlerinin bir diğer kötü yanı, onlara kaynaklık eden hikâyelerde gözlenen “şu olursa bu olur” temelinde kısıtlanmış davranış özellikleri göstermeleri. Modern korku/gerilim anlatısında işlenmeye çalışılınca bu kısıtlamadan kurtuluyorlar. Normalde, bu durum işlenebilirlik açısından iyidir. Ama yeni hareket alanları içerisinde yeni kurallar belirlenmezse, bu sefer de güçlerinin (yapıp/yapamayacaklarının) sınırları belirsizleşebiliyor. Yedirilmeye çalışıldıkları hikâyeleri, olayları aklınızda bir yere oturtabilme açısından dengesizleştirebilme riskini de beraberinde getiriyorlar.
Neyse ki Anadolu Korku Öyküleri’ndeki hikâyeler, bu tip risklere karşı kendi çözümlerini de beraberinde getirebiliyorlar. Yerel kültürden beslenen modern hikâyeler, dertleri kadar dermanlarını da taşıyorlar.
Hikâyelerden etkilenip etkilenmemek, her zaman olduğu gibi ne beklediğinize veya neye dikkat ettiğinize bağlı. Bazı öykünün içerdiği gerilim ve gizemden keyif aldım. Bazısı sonu itibariyle beğenimi kazandı. Bazısının da hikâyesini ele alış şekli hoşuma gitti. Bazen “hepsinden biraz” olacak şekilde tatlar aldığım oldu. Şimdi gelin, öykülere hep birlikte bakalım.
Anadolu Korku Öyküleri 1
- Karatepe – Koray Günyaşar
Şehirde tutunamayacağını anlayan genç adam, köyüne döner. Ancak bir sürprizle karşılaşır.
Öyküdeki gerilim ve şüphe, üstü kapalı bilgi kırıntılarıyla sağlanıyor. Bir tehdit olduğu sezinleniyor. Ama ne olduğu ve ne şekilde zarar vereceği tam kestirilemiyor.
Şüphe yaratmak için “az bilgi verme” tercihi, okuruna göre olumlu veya olumsuz karşılıklar bulabilir. İmalar yoluyla olayları idrak etmemiz istenirken, bazı durumlarda, “Acaba bu neden daha önce olmadı? Neden bu zamana kadar beklendi?” gibi sorular oluşabiliyor. Bu soruları eldeki bilgi kırıntıları eşliğinde okurun anlamlandırması gerekiyor. Yaşanan gerilim-gizeme odaklanırsanız, ana karakter gibi geriliyorsunuz. Ne olup bittiğine odaklanırsanız ana karakterin ve yaşadığı olayların nereye bağlanacağını bekliyorsunuz. Birinci durumdaysanız, öykünün sonu tatmin ediyor. İkinci durumdaysa, bir tatminsizlik yaşanabilir. Ben ilk grupta yer alıyorum. Ana karakter gibi şüpheye düşüp, devamlı bir “Acaba?” sorusunu içimden geçirdim. Öbür türlü ikinci gruba dâhil olurdum.
Anlaşılacağı üzere, gerilim ve şüphe yaratmak için uygulanan bu yöntem iki kenarı keskin bıçak gibi. İmalar ve belirsizlikler, hiçbir şey bilmeyen anlatıcının konumu açısından akla yatkın. Okur da, ana karakterin bakış açısında bu muammanın içine düşüyor. Anlatıcıya kıyasla, okur kafası karıştıkça olayın nedenini değil ama (ortada insanlara musallat olan bir kötülük olduğu açık) nasılını da (hangi şartlarda, ne şekilde tehdit oluşturuyor gibisinden soruları) merak etmeye başlıyor. Okurun aklına takılabilecek “Nasıllar?”, öykünün sonunda gizemini koruyorlar. Ana karakterin hikâyesi belli bir sonuca vardığındaysa, önemlerini yitiriyorlar. Yani, hikâyenin odak noktası (ana karakteri) açısından, haddinden fazla gizem yaratılmıyor. Eğer öyküye, sonunda dağılan gizemi için sabır göstermişseniz, bu tatminsizlik yaratacaktır. Elbette buna her okur katılmayabilir. Öykünün bendeki izlenimi bu yönde oldu.
Öyküde şahsen kafamı karıştıran tek bir ayrıntı oldu; ana karakterin Arapça bilgisi. Öyküyü okurken olayın geçtiği köyü, Anadolu’nun ücra köşelerinden bir yer olarak düşünmüştüm (Anadolu Korku Öyküleri derlemesinde yer alan bir öykü için bunu düşünmek normal). Ama ana karakterin dil bilgisindeki bu ayrıntı öyküdeki zaman, mekân ve köy ahalisi hakkındaki algımı bozdu. Ana karakter Arapça okumaya başladığı vakit, öykünün hangi zamanda ve nerede geçtiği sorusu kafama takıldı. Konu edinilen korku öğesine ve ait olduğu kültüre yabancı okurlar için bu sorun teşkil etmeyecektir.
Anlaşılacağı üzere bu fazlasıyla şahsıma ait bir sorun. Öyküdeki şüphe unsuruyla alakadar değil. Yer, zaman ve kültürel-etnik çevre konusundaki belirsizlik aklıma takılınca, öyküden bir anlığına da olsa kopma yaşadım. Önceden de belirttiğim gibi bu da her okur için sorun teşkil etmeyebilecek bir ayrıntı.
- Gerçekte Onlar Hayvan Gibidirler – Ayşegül Nergis
Tayini vesilesiyle memleketine dönen yaşını başını almış adam, atandığı civarda huzur bulurum derken, akla hayale gelmeyecek bir belayla karşılaşır.
Lovecraft tatları taşıyan bir hikâye. Akıldışı olaylara karşısında, dehşet ve çaresizlikle sarsılan bir ana karaktere sahibiz.
Ana karakterin bildiğini sandığı ve bu sebeple güvende olduğunu düşündüğü mekân, giderek tekinsiz ve tehlikeli bir alana dönüşüyor. Ana karakterimiz ve köylü arasındaki sürtüşme, yerel ve yabancı çatışması gibi başlıyor. Öykü ilerledikçe, bundan daha fazlası olduğu anlaşılıyor. Hikâye “bilindik gelenin ardındaki bilinmezlik” fikri üstüne inşa edilmiş. Ve bu fikir uyarınca, ana karakterin insani vasıfları değişmezken, etrafındaki yerel halk yabancı ve tehditkâr düzeye geçiyor. Öyküdeki olay örgüsü açısından bakılırsa, herkesin birbirini tanıdığı çevrede “yabancı” ana karakterken, ait oldukları taraf sebebiyle ana karakterin etrafını saran yerel halksa okur için “yabancı” oluyor. Bilinen ve bilinmeyen, taraflar açısından (ana karakter ve köylü) sabit kalırken tarafların temsilleri (sıradan ile sıra dışı) yer değiştiriyor.
Günce tarzındaki anlatımda, anlatıcının akıbeti –ki bu öykünün ortalarında bizzat açıklanıyor– ve tam olarak neler döndüğü hakkında hemen fikriniz oluşuyor. Bu sanılacağının aksine öyküyü daha cazip kılıyor. Ana karakterimizin olayları nasıl ve ne şekilde öğreneceğinin yarattığı merak duygusu, öykü için gerekli olan gerilim ve sürükleyiciliği sağlıyor.
- Kuyu – Demokan Atasoy
Gelin geldiği köyde güzelliği sebebiyle haset, dertlere derman olması sebebiyle de şükran duyulan bir kadındır Anşa. Köyün kadınları için bela olduğu kadar umut kapısıdır da. Bunun bilincindeki Anşa da adımlarını buna göre atar. Köydeki hayatını kazasız belasız sürebilmesinin sebebi budur. Lâkin beklenmedik bir olay taraflar arasındaki dengeyi tehlikeli bir biçimde değiştirecektir.
Demokan Atasoy sinemacı kökenli olmasından mıdır bilinmez, senaryo kıvamında bir öykü yazmış.
Direktiflerde bulunarak, yaşanan olayları zihnimizde canlandırmamızı isteyen bir anlatı var. Anadolu Korku Öyküleri içerisinde, okurken zihnimde canlandırması en kolay öykü “Kuyu” oldu. Öyküdeki bu anlatım biçimi, hikâyeye söylencevari bir hava da katıyor. Yakın zamanda yaşanan, dilden dile söylendikçe gerçeküstü kısımların eklendiği bir halk hikâyesini okumuş gibi oldum.
Senaryovari anlatımın bir artısı da, öykü boyunca okurun beklentisiyle oynayarak yaşatılan kurgu oyunları. Öykünün başı buna iyi bir örnek teşkil edecektir: Giriş bölümü “Anaa! Anaa!” ile açılır. Sonraki satırlarda, Güles adlı çocuğun heyecanından bir sorun olduğundan kuşkulanırız. Ama olayın geçtiği yerin düğün alanı olduğu öğrenince ufak bir şaşkınlığa uğrarız. Fazla beklentiye girerseniz (benim gibi), düğünde bir sorun olduğunu düşünürsüz. Güles’in, elindeki solucanları annesi Anşa’ya gösterme hevesiyle bağırdığını öğreninceyse kurguda daha da abartılan yaygaranın altının boş çıkması sizi şaşırtabilir. Öykünün önemli anlarındaki gerilim ve heyecan, bu türden sağ gösterip soldan vurmalarla sağlanıyor.
Anşa ve köylü kadınlar arasındaki nefret-şükran ilişkisi, öykünün bir diğer dikkat çeken yanı. Yaşanan bu ilişkiden doğan, haklının haksızdan ayrılamaması vakası hikâyenin geneline yayılıyor.
- Gelin Otu – Işın Beril Tetik
Yeni doğum yapmış genç kadın, kocasının işi gereği tenha bir köy evinde yaşamaktadır. Geceleyin dışarıdan gelen tuhaf sesler büyük bir dehşetin habercisidirler.
Bu öyküde yeni anne olmuş bir kadının yaşayabileceği tüm korkular mevcut. Bebeğini kaybetme korkusu ile eşini kaybetme korkusu arasında çeşitlenen türlü türlü korku var. Her biri birer karaktere veya duruma dönüşerek öyküde yer alıyor.
Öyküdeki gerçeküstü öğelerini çıkarttığınızda bile, ana karakterin bir korku öyküsünün aciz kahramanı olmasını sağlayacak ayrıntılar mevcut. Eşinden başka kimsesi olmayan biri; kocası kendisine karşı ilgisiz; çoğunlukla bebeğiyle yalnız kalmakta; yabancısı olduğu ve fazla kişinin yaşamadığı bir köyde yaşamakta; yaşadığı ev diğer hanelerden uzak… vb. Kadındaki korkuların karşılığı olarak değerlendirebileceğimiz gerçeküstü öğeler bu ayrıntılarla birleşince, öykü ana karakter açısından daha kaotik bir hale geliyor.
Öyküde aklımda soru işareti yaratan şey, kadını ve bebeği hedef alan güçlerin neyi yapıp neyi yapamayacağı konusundaki belirsizlik oldu. Öykünün sonlarına doğru asıl amaçları ortaya çıkınca, o zamana kadarki pasif davranışları bir sebebe bağlanıyor tabii ki. Fizikötesi varlıklar olarak, fiziksel dünyada da etkin olabildiklerinin emarelerini görünce “Amaçlarına dolaylı yollara başvurmadan da ulaşamazlar mıydı acaba?” diye düşünmeden de edemedim ama. Bu soruya hikâyenin vardığı nokta açısından cevabım, iki farklı doğaüstü gücün kendi sınırlı içinde hareket ettiği ve biri diğerinin alanına girince durumun değiştiği yönünde oldu. Hikâyede bebek için ayrı, kadın için ayrı tehditlere yer verilmiş gibime geldi. Kafama takılan sorular ve kendimce verdiğim cevapları bu yöndeydi.
- Cevizin Gölgesi Hain Olur – Kayra Küpçü
Sürüsünü güden genç çoban, kaybettiği sevdiceğine benzeyen bir kadınla karşılaşır.
Eski bir halk hikâyesinin modern bakış açısıyla öyküleştirilmesi tadında. Öyküdeki tarafların davranışları ve yaptıkları, iyiyle kötü arasındaki ayrımı net olarak çiziyor. Zayıf noktası olan ana karakter ve onun bu zayıflığından faydalanmaya çalışan doğaüstü varlıkla olan ilişkisini okuyoruz.
Hikâyeyi sırtlayan ana soruysa, bu ilişkinin nereye varacağı oluyor. Okurun tahmin ve beklentileri üstünde herhangi bir şaşırtmacada bulunulmayacaksa hikâyenin fazla uzatılmaması gerektiğinden öykü de o uzunlukta işlenip bitiyor.
Anlayacağınız, uzunluğu ve içeriği yönünden tadında bir hikâye.
- Güzay’ın Bin Dilek Ağacı – Galip Dursun
Zeynep düşlerinde yabancı bir yerde, tanımadığı insanları görmektedir. Kader, onu düşlerinin ardındaki gerçeğe sürükleyecektir.
“Kuyu” öyküsünde Demokan Atasoy’un anlatım tarzıyla tutturduğu yarı masalsı ton, bu hikâyede öykü evreninin kendisinden kaynaklanıyor.
Öyküyü, “yetişkin içerikli tekinsiz masal” olarak tanımlayabilirim. Buradaki “tekinsiz” ve “masal” kısmını ayrı ayrı açıklayayım.
Hikâye evreni, doğaüstünün daha görünür şekilde yaşandığı bir gerçekliğe sahipmiş gibi. Bir mekândan ziyade, bir varlık gibi algılanan Çakıl Sokak; dilekleri yerine getirebilme gücüne sahip varlıklar; insanlarla kolayca temasa geçebilen doğaüstü varlıklar; bunlara kaynaklık eden hikâyelere kıyasla daha evcil şekilde yer alıyorlar. Hikâyede doğrudan dehşet saçarak yer almamaları da bu izlenime katkı sağlıyor. Durumlar insanlardan yana değişmezse korkunç sonuçlar doğacağının bilincinden sapılmıyor. Bunun vesilesiyle hikâyede tekinsizlik havası oluşuyor.
“Masalsılık” kavramı, “tekinsizliğe” hizmet edecek şekilde yapılanıyor. Bunun için çok küçük bir değişiklik yeterli de oluyor. Masalsılığın kıssadan hisse yönü törpüleniyor. Sıradışıyla sıradan olan her karaktere, hikâye içerisinde biraz daha serbest hareket edebilme imkânı sunulmuş oluyor. Uyulması gereken bir iki kuralla yine karşılaşıyoruz tabii ki. Yine de ahlaki olarak öykünün nereye varacağını merak etmiyoruz. Gerçeküstü durumda insanların ve insanüstü varlıkların ne yapacağına odaklanıyoruz.
Bir kısmını tanıyor olabileceğiniz bazı doğaüstü varlıklarla temas ve bunun sonuçları üzerine söylenegelen ürkütücü hikâyeler (uğursuz varlıklarca çarpılma, kaçırılma, karşılaşma, etkisi altında kalma gibi) öykünün kendi masalsılığı çerçevesinde tekrardan ele alınıyorlar. Gerçeküstü olana, taşıdığı fenalık yapabilme potansiyelini kaybetmeyecek yumuşaklıkta yer veriliyor.
Daha esnek kurallara tâbi öykü içinde anlatılan öykücük de bu konuda ayna vazifesi görüyor. Dost meclisinde anlatılan macera kıvamındaki öykücük; geleneksel hikâyelerin zayıf noktalarını belirginleştiriyor. Ana öykü ile onun içinde anlatılan öykücüğü karşılaştırdığımızda, asıl hikâye konularına yaklaşımı sebebiyle daha sağlam geliyor.
Anadolu Korku Öyküleri 2
- Zifir Karanın Mavisi – Işın Beril Tetik
Yetimhaneden tanışan Ekin, Azra ve Azra’nın kardeşi Adem’le birlikte bir üniversite araştırması için Nemice Köyü’ne gelirler. Oldukça tuhaf görünen köy ahalisinin sakladığı gerçek Ekin, Azra ve Adem’i de etkileyecektir.
Bu öykü bazı noktalardan, Işın Beril Tetik’in birinci ciltteki “Gelin Otu” öyküsünü anımsatıyor. İki öykünün hikâyeleri farklı olsa da, gelişme ve sonuç kısımlarındaki bazı temalar benzeşiyor. Kullanım amaçlarıysa kendi hikâyelerine göre farklılaşıyor; farklı amaçlara hizmet ediyorlar. Benzeşme hususunda hoşuma gitmeyen tek noktaysa, şok etkisi yaratmak için hemen hemen aynı numaranın kullanılması oldu.
Hikâyenin giriş, gelişme ve sonuç yapısı; gizem, olay ve cevaplar mantığı üstüne kurulu. Giriş kısmında karşılaştığımız yaşlı kadından, gelişme (olay) kısmında kısaca bahsediliyor. Gelişme kısmında, girişle alakasız gelen –ama bağlanmasını beklediğimiz– üç gencin mücadelesine geçiş yapılıyor. Sonuç kısmıysa ayrı bir hikâye olarak, giriş ve gelişme bölümlerini bağlıyor. Yani, sonuç (cevaplar) kısmına kadar öyküye sabır göstermeniz gerek.
Öykünün ikinci ayağının (gelişme/olay), birinci (giriş/gizem) ayağıyla nasıl bağlanacağını merak ettiğim için üç gencin hayatta kalma mücadelesi biraz uzun tutulmuş gibi geldi. Tam olarak böyle olmasaymış da diyemiyorum ama. Kurgu ve aktarılmak istenen hissiyat biraz da bunu gerektiriyor. Bir yandan, üç gencin hikâyesiyle başlansa sonuç kısmı daha sürprizli olacaktı diyorum. Öte yandan, öykü yaşlı kadınla başlamasa, üç gencin hikâyesinin nereye bağlanacağına dikkat kesilmezdim diyorum. Çaresizlik hissinin bölüm uzadıkça artması da söz konusu. Anlayacağınız bu hususta biraz kararsızım.
Üç gencin hikâyesindeki varlıktan devam edeyim. Tehdit unsuru olan varlığı ürkütücü yapan şey kestirilemezliği. Öykü boyunca yaratığı tanımlamak için verilen her ayrıntıda, o varlığı kavramakla kavrayamamak arasında gidip geliniyor. İlk başlardaki gerilim ve gizem, yaratığa dair ayrıntı azlığından kaynaklanıyor. Öykü ilerledikçe verilen her ayrıntı, yaratığı tanımlamak yerine daha fazla kafa karışıklığı yaratıyor; her yeni ayrıntı bir öncekini geçersiz kılıyor. Yaratığın bilinmezliğinin yanında, yapıp yapamayacakları konusunda da bir kestirilemezlik hissi oluşuyor. Tehdidi tanıdıkça ona karşı gelebilme durumu belirsizliğini hep koruyor. Yaratığın belirsizliğini koruması, öyküdeki karakterlerin yaşadığı çaresizliği arttırıyor. Hikâyedeki karamsarlık güçlenirken, ters orantı olarak gerilim azalıyor. Zaten gerilimin yerini gizeme bıraktığı noktalarda da sonuç bölümü başlıyor.
Sonuç kısmı önceden belirttiğim gibi kendine ait bir hikâyeye sahip. Bu kısmın gerilimden çok gizem ağırlıklı olmasından memnunum. Gelişme kısmının sonlarına doğru azalan gerilim yükseltilmeye çalışılsa zorlama gelirdi. O vakte kadar yaşananların sebebini öğrenmek istediğimden, dikkatimi yaratılmaya çalışılan gerilime veremezdim. Sadece cevap bekleyen biri olarak; kuru bir iki söz ve kısa bir sahneyle sonucun bağlanması bile kabulümdü. Elbette, bu öyküden aldığım tadı ekşileştirirdi. Ben istemeye istemeye bu kadarına bile razıydım yani. Sonuç kısmının başlı başına bir hikâye olarak karşıma çıkmasıysa beklentimi aşacak yönde bir memnuniyet sağladı.
- Konuşmayanlar – Umut Dülger
Gazeteci meslektaşının bir haber peşindeyken delirmiş olarak dönmesi, Yusuf Akgün’ün kişisel olduğu kadar mesleki olarak da olayın peşine düşmesine sebep olur.
Olayların geçtiği zamanın ve yerin baştan belirtilmesi, özellikle kurgu açısından öyküyü anlamada oldukça yardımcı olmuş. Anlatıma filmvari bir de tat katmış. Hani bazen filmlerde sahne değişir ve ekranın bir köşesinde nerede ve hangi tarihte olduğumuz belirtilir ya, o hesap.
Öykü, doğaüstü bir fenomenin nasıl tesir ettiği üzerine kurulu. Ana karakterimiz de olaylara gazeteci-dedektif olarak gözlemci sıfatıyla dâhil oluyor. Gözlemci bakış açısı, bir-iki bölümde başka karakterlere de yer verilerek kırılmaya çalışılsa da pek bozulmuyor.
Hikâyede, ana karakter harici sabit bir rol bulunmuyor. Ve yan karakterler hikâye gereğince hızlıca girip çıkıyorlar. Olaylar bayağı hızlı gelişiyor denebilir. Tarih ve yer belirtilmese, sahne geçişleri kafamı karıştırırdı (tarih ve yer belirtmenin bir katkısı daha).
Öykünün hızlı akışının küçük ama önemli bir yan etkisi oluyor; gözlemci bakış açısı okura da geçiyor. “Tecavüz” ve “kurban vermek” gibi durumlar korkunç olsalar da, yarattıkları etki gözlemci bakış açısından nasibini alıyor. Öyküdeki geçişlerle yakalanan tempo, olayı hikâyeleştirilmeye çalışılan bir gazete haberi havasına büründürüyor. Anlatım da bu mesafeli bakış açısının etkisinde kalıyor. Korkunç olayları yaşayanlar bir özneden çok, olayın canlandırmasında kullanılan nesnelere dönüşüyorlar. “Demek olay buymuş,” tepkisi gösteriyorsunuz. Yaşanan durumun kendisine karşı özel olarak rahatsızlık duyuluyorsa, ancak o zaman duygusal tepki verilebiliyor.
Öykünün sonunda varılan noktaysa, hikâyenin genelinin o an için bir hazırlık olduğunu düşündürüyor. Sonuyla birlikte bir bütün olarak değerlendirilince yaşanan döngüdeki olayların tekrar ve tekrar yaşanabileceği iması hikâyenin geneline ürkütücülük katıyor.
- Şer Karışan Vakit – Ayşegül Nergis
Genç kız, yazı geçirmek için okul arkadaşının köyüne gelir. Yaz ayları ilk başlarda iki kız için keyifli geçer. Sıradan geçen tatil, köye gelen ziyaretçiyle rahatsız edici bir hale dönüşecektir.
Anı şeklinde aktarılan hikâyenin anlatıcısı bazen kafa karıştırabiliyor. Bu kafa karışıklığı, anlatım tarzında yaşanan bir ikilikten kaynaklanıyor. Bir bölümde, anıyı aktaranın anlattığı olayı çoktan yaşadığı ve sonradan kâğıda döktüğü izlenimi uyanıyor. Anlatıcının okura seslenmeyi bırakıp kendini yatıştırmaya çalıştığı anlardaysa anlatım değişir gibi oluyor. Anı sahibinin bile başına ne geleceğini kestiremediği bir ruh haliyle olayı anlattığı fikri oluşuyor.
Anlatımda, geçmişi anlatan ve geleceğini bilemeyen olmak üzere hikâyeyi idrakte çelişki yaratan iki anlatıcı bakış açısı var. Birincisi olayın üstünde bir süre geçtikten sonra kaleme alınmış bir anı. İkincisiyse olay yaşanır yaşanmaz sıcağı sıcağına o gün yazılmış günlük. Öyküye anı tarzında başlansa da, arada bir günlük tarzına geçiş yapılması, anlatıcı bakış açısını dengesizleştiriyor. Yer yer hissedilen bu ikilik beni biraz rahatsız etti.
Dikkatimi çeken bir diğer ayrıntı da, anlatıcının müdahaleciliği. Anlatıcının, doğrudan okuyucudan sabır göstermesini istemesi pek yabancısı olunan bir durum değil. Ama anlatıcının kendisi kadar bizi de ikna etme çabası şiddetlendikçe biraz sıkmaya başlıyor. Bu aynı zamanda, öykünün kendi potansiyeli dışında da bir beklenti oluşmasına sebep oluyor. Öykünün uzunluğu da beklentiyi arttırıyor. Eğer yaratılan beklentimiz varılan durumdakinden yüksekse, bu küçük çapta bir hayal kırıklığı yaşanmasına sebep olabiliyor.
Potansiyelinin zorlanması öyküye zarar vermiş gibime geliyor.
- Gece Işığı – Demokan Atasoy
Reyhan, karnındaki bebeğini kurtarmak için hayrı şerri bilinmez bir yolculuğa düşer. Evladının kaderi, iki bilinmez gücün arasındaki mücadelenin sonucuna bağlıdır.
Masal. Evet, bu öykü için aklıma gelen tek tanım bu. Bazı yetişkin öğeler bulunsa da masalsılığından pek bir şey kaybetmeyen bir masal.
İki doğaüstü gücün birbirleriyle verdiği görkemsiz mücadelede beceriksiz hırsızların, koruyucu ruhların, güzel ve söz dinlemez peri kızlarının ve kaderi insanoğlununkiyle bir olmaya aday olası kurtarıcıların yer aldığı bir masal.
Korku veya gerilim beklememeniz gereken, hafif gizemli, hafif muzip bir masal.
- Fırtınalar Takvimi – Koray Günyaşar
Hafıza Ana, yüzyıllar boyu köyleri, kasabaları yok eden şerre karşı insanları uyarmak için ziyaretlerde bulunur. Felaketin yaklaşması yakındır ve köylünün fazla seçeneği yoktur.
Kendi mitolojisini yaratma konusunda oldukça başarılı bir öykü. Bu mitolojiden hareketle öykünün sonunda açığa çıkan küçük sürpriz, hikâyeye trajik bir tat katıyor.
Anlatımda kullanılan üç bakış açısı, hikâyeyi kavramamıza yardımcı oluyor. Duruma göre anlatım biçiminde değişen yoğunlukla (kişiselleştirme ve benzetmelerle yüklü cümleler) veya sadelikle (kısa ve basit cümlelerle durumun aktarılması) merak ve gerilim sağlanıyor.
Bu çeşitlilik belli bir sıralama ölçütünde yapılıyor. Hikâye ilerlerken bakış açısı ve biçimi değişime uğruyor. Bakış açısı giderek olayı yaşayanlarınkine yaklaşıyor. Anlatım biçimi de yoğunluktan sadeliğe doğru değişiyor. Öyküyü hızlıca okumaya çalışırsanız, bu geçişe dikkat etmemekten dolayı kafa karışıklığı yaşayabilirsiniz.
Anlatım biçimi ve anlatıcının bakış açısındaki çeşitliliğin bozamadığı tek durum, öyküde yaşananlara karşı duygusal mesafemin değişememesi oldu. Anlatım tarzındaki çeşitlilik ve değişim hikâyeye hareket katarken, gelişen olaylar karşısında heyecan duyamadım. Öyküyü bana okutturan, kime ne olacağı değildi. Mitolojisinden nasıl faydalanacağını ve konunun nereye varacağını merak ediyordum.
Sondaki küçük sürpriz (gözünüzün önünde olup da, dikkatler o tarafa çekilmediği için fark edemediğiniz bilgi) bu konudaki merakımı tatmin etti. Sonun diğer iyi tarafı, hikâye bitse de başkalarının da yaşandığı ve yaşanabileceği vurgusu oldu. Bu sayede, öyküdeki olayla öykünün temellendiği mitoloji bağdaşmış. Öykü kendi mitolojisini, mitoloji de kaynaklık ettiği öyküsünü beslemiş.
- Oba – Galip Dursun
Gözlerini ocak ateşinin aydınlattığı mağarada açan Celil, oraya nasıl geldiğini hatırlamaya çalışır. Bu sırada, hatırlamak istemediği geçmişini de tekrar gözden geçirir.
Anlatıcıyla ana karakterin aynı kişi olması doğru bir karar. Öbür türlü, içini döken/hayatının muhasebesini tutan ana karakter yapay gelirdi.
Celil’in oraya nasıl geldiğini düşünürken arada acı hatırların sızısını da duymak, orada neden bulunduğunu merak ettiğimiz kadar, kendisini tanıma isteğini de arttırıyor. “Celil kim?” ve “Neden orada?” olmak üzere iki soru oluşuyor. Cevapları öğrenme arzusu, öykünün gizem ve merak dinamiğini oluşturuyor.
Benim (Edebiyatta bunun tanımı vardır tabii. Cahilliğimle ben uzunca bir tanımda bulunuyorum.) “ilerisini merak ettirmek için yemleme” olarak tanımladığım ve kurgu açısından oldukça yerinde bir numarası var.
Celil’in kişisel hikâyesini öğrendikçe, ilerisini merak etmemiz için yeni soru işaretleri yaratacak ayrıntılar veriliyor. Şahsen, Celil’in geçmişinden üstünkörü bahsederken verdiği bazı ayrıntıların öykünün sonunda anlam kazanması, “O yüzdenmiş demek!” etkisi yarattı.
Öyküde, şimdi ve yaşanan şimdiye doğru yaklaşan geçmiş olmak üzere iki zaman aralığı mevcut. Merak ve gizemi canlı tutmada bu ikili de oldukça yardımcı oluyorlar. Celil’in neden orada olduğu (mağaradaki şimdi) ve o noktaya nasıl geldiği (mağaraya gelmeden önceki geçmişi) olmak üzere iki ana sorumuz (zaman aralığı) var. Bu sorulardan birini öteleyip diğerine yüklenmek öyküye zarar verirdi. Ötelenen soruya aklı takılan okurda, beklentiye sokulup karşılığını alamadığı fikri doğardı. İki zaman aralığına da gerektiğince yer veriliyor. Ve birbirilerini tempo açısından destekleyecek şekilde kurgulanıyorlar. Celil’in mağaradaki zamanıyla geçmişi arasında gidip gelmek hikâyeyi canlı tutuyor. Öyküde, zaman aralıklarının biri sıkıcı hâle gelmeden ötekine geçiliyor. Böylece öykünün içerdiği neden ve nasıl soruları da tazelenmiş oluyor. Öykü okutturacak merak duygusu canlı tutuluyor.
Öykünün üçüncü perdesinde, şimdi ile geçmiş buluşuyor. Böylece neden ve nasıl soruları da bir oluyor. İki zaman aralığının uzatılmasının hikâyeyi sıkıcılaştırabileceği zamanda yeni bir ivme kazanılıyor. O anda yeni bir hikâyeye kavuşsak da öykünün bütüncüllüğü korunuyor.
Hikâye, zaman aralıklarındaki farklar sebebiyle yapı olarak bölümlenmiş olabilir. Ama ayrılan bölümler kendi içlerinde sarkmayıp birbirilerini desteklediği için öykü tek bir varlık olarak algılanıyor.
- Mezardan Gelen – Mehmet Berk Yaltırık
Konya Defterdarlığı’na yeni atanan Ratıp Bey, şartlar gereği kendini bu civarın eğlence hayatına kaptırır. Bu sıralarda, dilden dile dolaşan uğursuz bir hikâye öğrenir.
Eski zamanlar ve yabancısı olunmayan bir dehşet. Dış görünüşü öyle. Ama derinine inildikçe oldukça modern bir öykü olduğu anlaşılıyor.
Bir şehrin hem bilinir yüzünü hem de bilinip de bilinmezden gelen diğer yüzünü öğreniyoruz. Asıl hikâye de şehrin bu karanlıkta kalmış tarafında geçiyor. Bu da, hikâyenin geçtiği zamana, mekâna ve kişilere yaşanırlık katıyor.
Anlatımdaki çabalarda buna katkı sağlıyor elbette. Öykünün “eski zamanlarda böyle bir hadise yaşandı” bakış açısı kullanılarak, “Şu an yaşananların sebebi…” mantığındaki tavrından da faydalanılıyor. Döneme ait bilgi sağanağını, öyküyle alakasını hesaba katarak değerlendiriyoruz. Böylece, çok bilgi eşittir sıkıcılaşma tehlikesinin önüne geçilmiş olunuyor. Ayrıca dönemin dokusunu ve oradaki ortamı benimsemiş oluyoruz.
Öyküde ahlaken durulan nokta öyle kolayca içinden çıkılacak cinsten değil. Kalıplaşmış bazı öykülerde yaşayanlara fenalık eden ruhlar bunu kötü oldukları için yaparlar. Bunun karşılığı olarak, insanlar da hata yapmaya meyilli kurbanlardır. İnsanın başını derde sokan, pusuda bekleyen kötülüklere fırsat yaratmasıdır. “Mezardan Gelen” öyküsünde olaylar bu şablona uygun ilerliyor. Hikâyenin ahlaken durduğu noktadaysa bu şablon tersyüz ediliyor. Kötü varlıkların gazabına uğrayan ölümlüler teması, hedefi şaşmış adalet arayışı ile günahı görmezden gelen şehre terör estirmeyle iç içe. Bedenleşen musibet, insanın doğrudan olduğu kadar dolaylı olarak da sebebi olduğu kötülükle alakadar.
Bahsettiği şehrin ara sokaklarına daldıkça manzarasının değiştiği gibi öykünün içeriği de öyle değişiyor.
Son Söz
Anadolu Korku Öyküleri’nin ilk cildi 2006 senesinde çıktı. Geride bıraktığımız 2016 senesine kadar da, yerli korku/gerilim/fantastik/bilim kurgu alanlarında da dikkate değer gelişmeler yaşandı.
İki yıl rötarla gelen bu incelemede, “Anadolu Korku Öyküleri’nin neticesinde, yerli kültüre dayanarak pek çok korku/gerilim/fantastik öykünün yazılabileceği ortada,” demek tuhaf kaçacaktır. Basılı olarak tek tük denemelerle karşılaştığımız dönemi yavaş yavaş geçerken hem de.
Ama değişmeyen ve devam etmesi için söylenmesi gereken bir şey var; bu türde yerel örnekler olacaksa, denemeye devam ederek olacağı. Birileri denediği için, Anadolu Korku Öyküleri’ni okuyabildim. Birileri denemeye devam ettiği için bu iki yıl içerisinde yeni örneklerle karşılaşabildik.
Birileri denemeye devam etmedikçe, yerel spekülatif kurgudan bahsedilemezdi. Örneği yoksa kendi de varolamaz hesabı anlayacağınız. Spekülatif kurgu alanında yerli örnekler verilmez olduğu an, “zamanında denendi de olmadı”yla karşı karşıya kalınacak.
Gelecekte bir Anadolu Korku Öyküleri 3 olur mu, bilemem. Ama olurda çıkarsa, o yeni denemeleri görmek için okurum onu.
CEMALETTİN SİPAHİOĞLU
* Bu yazı KayıpRıhtım'dan alınmıştır.
Anadolu Korku Öyküleri'ni indirimli fiyat ve avantajlı kargo seçeneği ile hemen satın almak için tıklayın.