Kartezyen düşüncenin öteden beri “erkek” olanın karşısına yenik, ikinci sınıf, edilgen ve manipüle edilebilir biçiminde yerleştirdiği kadın ve bedeni, 21. yüzyılın da başat kavşaklarından biri olmaya devam ediyor. Zira orada kadının hayatına dair çok derin bir ziyan var. Kadına yönelik yapılan haksızlıkların yarattığı o zararı telafi etmek için belki de bir o kadar daha yaşanması gerekiyor! Kaldı ki dünyanın değişen dinamikleri karşısında, bugün bile değişme konusunda çok ciddi evrelerden geçmeye zorlanan bir denklem bu. Hatta zaman zaman, kadının bedeniyle itelendiği o dipsiz uçurum, coğrafya tanımaksızın daha da katmerlenebiliyor. Tarihin bazı sert virajlarında ise toplumsal olarak üretilen kadınlık gerçeği, dün olduğu gibi bugün de kadını altüst eden bir kimlik yaftasıyla karşımıza çıkabiliyor.
Kadınlar hayatlarını idame ettiremeyecekleri çok düşük ücretlere çalışıyor, aşağılanıyor ve sokak ortasında öldürülebiliyorlar. Dahası da: Öldürüldükleriyle kalıyorlar. Kadın bedeninin adalet mekanizmasıyla da bir sorunu var. O bedene yönelik öfke o bedeni ortadan kaldırma suretiyle yeni cinayetlere kapı aralanırken, aynı bedenin neyi temsil edilerek öldürüldüğü konusu sisler içersinde kalmaya devam ediyor. Töreydi, namustu, gelenekti derken kadınlar hayatlarını kaybetmek ve yetim hayatlarını toprağa bırakmak durumunda kalıyorlar. Ve çoğunlukla, kadınlık, hemen her şekilde kendini aklamaya, haklı göstermeye çabalayarak ilerlediğini farz eden beyaz, erkek ve çok bilmiş dünyanın “adalet ve eşitlik” arayışına bir biçimde eklemlenmek durumunda bırakılan pasif bir halkadan öteye gidemiyor, gitmesine izin verilmiyor.
21. Yüzyılda yaşadığımız karabasan ve hayatın darmaduman ettiği haletiruhuyemiz böylesi bir sersemliğe ve umutsuzluğa gebe bırakılmışken, kadınların kendi seslerini arama, o sese cevap verecek bedenleri ile yaşama tutkuları, önceki yüzyılları aratmayacak ve belki de kendi küllerinden yeniden doğmuş bir harla dünyanın kuruluş ABC’sine, o ABC’deki buyurgan erkekliğe “hayır” demeyi eskisinden de güçlü bir biçimde sürdürüyor. Özellikle son yıllarda kadın ve bedeni birçok tartışmanın odağında ve canlı bir protesto ivmesiyle yerküreyi titretmeye ve yüzyıllardan devraldıkları direnme mirasıyla birçok sözcüğü yeniden düşündürtmeye devam eder nitelikte. Yaşadıklarımız bunu gösteriyor.
Bunların başında gelen adalet ve eşitlik fikri, kime göre adalet ve neye göre eşitlik sorularını içerden ve en can alıcı perdeden sormayı işin amentüsü haline getirdi, getiriyor. Gerçek kırılmaları takip ettiğimiz bir zaman dilimine doğru ilerlediğimizi fark etmemek mümkün değil. Müthiş bir “gerilim” hattı üzerindeyiz aslında. Kısaca büyük bir kırılmaya gebeyiz tüm dünya olarak.
İşte tam da bu olası kırılmada, FEMEN hareketi, zikretmemiz gereken önemli adımlardan biri. Belki de, bedenin direkt söz haline gelmesi, hatta daha önemlisi olarak, kendi sözünü kendi varoluşu ve protestosuyla dile getirmesi anlamında en devrimci duruşlardan biri olarak da düşünülebilir. Zira beden, kadını düşünsel boyutta erteleyen ve geriye atan hiyerarşik düşüncelerin beslendiği erk egemen sistemin en somutlaştırdığı “mekanlardan” biri. “Somutlaştırdığı” derken, kadının bu noktadaki edilgenleşmesine vurgu yaptığım aşikâr. Öyle bir mekan ki, bütün tutsaklıkların da evsahipliğini yapıyor yüzyıllardır. Biz kadınların düşünsel anlamda çizilmiş bilişsel “yaşam” haritalarımızın ve dolayısıyla kimliklerimizin yine biz kadınlara aitmiş gibi sunulduğu o “bedende” aslında bal gibi birer tutsağız. Erkek bir dünyanın gözleri önünde, onun adlandırdığı esvapların ağırlığı ile kımıldayamaz hale geldiğimiz bedenlerimizle, yaşamı kendi adımıza kurgulamak neredeyse mümkün değil. Bedenlerimizin gönüllü tutsakları haline getirildiğimiz ömürlerimiz, tam da bu yüzden bize ait değil. Dolayısıyla beden, bir kadın için varoluşunun en temel göstergelerinden biri. Hatta göstereni. O neyse, kadın da o olmak durumunda. O, ne değilse, kadın da değil!
Kısaca, kadın bedeni, 21. yüzyılın sadece başat kavşaklarından biri değil, mihenk taşı olmaya devam ediyor. Toplumsal olarak üretilen bir kadınlık gerçeği ile bütünleşmesi amaçlanan kadın bedeninin önemi de burada bir kez anılması gereken bir husus işte. O yaftalanan bedenden kurtulup kurtulamamak, kadınlığın, aslında vermesi gereken en önemli sınavlardan biri. Bedenini, kendine haiz kılan kadının özgürlük yolunda atacağı adımlar ise paha biçilmez! Kısaca, iyi kızdan başbelasına dönüşmek… Onlara “yakıştırılan ve eşitlikçi toplumların çoğunda bile hâlâ geçerli olan derin önyargılara” kafa tutabilmek… Kadınların erkeklerden hala daha zayıf göründüğü, yetersiz ve beceriksiz olduğu, vb. düşüncelere nanik yapabilmek…
FEMEN hareketinin uluslararası liderliğini sürdüren İnna Shevchenko, bu yola çıkarken neleri göze aldığını tartıştığı ve dünyada çok ilgi gören “Bütün Kadınlar Kahramandır” adlı kitabında bu hususların altını özellikle çiziyor. Doğduğu Ukrayna’da, kısaca hemen bütün hemcinslerinin en fazla biblo “manken”ler olması beklenilen o coğrafyada, çocukluğundan, tesadüfi biçimde devraldığı başına buyruklukla bugüne damgasını vuran aktif bir feminist haline dönüşmesi, bugünü farklı yorumlamamıza yol açan son derece ilginç adımlardan biri. Shevchenko, genelgeçer kadın bedeni yaftasından yola çıkarak, bu bedeni zapturapt altına alan ideolojik söylemin ipliğini pazara çıkardıkları yöntemleriyle aslında neyi hedeflediklerini tek tek sıralıyor biz okurlara. Kitabın, toplumda ve tüm dünyada geçerliliğini sürdüren basmakalıp kadın arayışına karşı politik bir bildirge olduğunu ifade ederken baskı altında tutulmayı kabul etmediğimiz gün, bu dünyada artık baskıcılara yer olmayacağı hususunun altını çok net çiziyor.
Ay Savaşçıları, Amazonlar ve FEMENLER
Shevchenko, Ay Savaşçıları adı verilen bir çizgi romanda cesaretin ve gücün bir kadında da vücut bulabileceğini öğrenerek yola çıkmış. O çetrefil yolda ilk önce klişelerle dolu cinsellik görüşünü geride bırakmış ve kendi olma yolunda adımlar atmaktan çekinmeyerek gazeteciliğe doğru onu yönlendiren rüzgarla birlikte ilerlemiş. Luc Besson’un Beşinci Element filmi ile cinsellik konusundaki tabularının tümünü nasıl geride bıraktığını ve ailesiyle nasıl çeliştiğini gözler önüne serdiği yılları hiç unutmamış. Bugün çok sayıda kadın Luc Besson’u cinsel tacizle suçlasa da filmin kadın kahramanlarının kendisini özgürleştirmesi konusunda ona çok yol gösterdiğini itiraf eden Shevchenko, aynı zamanda savaşçı ve süper güçlere sahip Uma Thurman’lı Kill Bill filminin de hayranlarındanmış. Yıllar içersinde kendine güvenen kadın vücutlarının etkili görüntüsü cinsiyetçi safsatalara inanmasını engellemiş ve okul yıllarında Amazonların hikayesi sayesinde kızlar güzeldir erkekler güçlü mantrasını da yerle bir etmiş. Ve sonra akıp giden zaman içersinde FEMEN’lerin bir toplantısında buluvermiş kendini. Buluş o buluş! Ve sonra Fransa’ya kadar uzanan o cesur yolda dünyanın birçok kadınıyla buluşmuş, ortak protestolara imza atmış. Ona göre kadın bedeni hem güçlü, hem sağlam hem de gerçek bir kahraman! Bu da genel düşünceye karşı birçok insanı ürküten bir çıkış noktası elbette. Kadınlar şiddetle karşı karşıya kaldıklarında bir şefkat timsali değil, o şiddete karşılık verebilen canlılar. Bunu küçük bir çocukken keşfetmiş Shevchenko.
“Dişilik güçsüzlük değildir. Dişi, güçlü, hatta sert olabilir. Amazonların hikayesi beni, kendi dişiliğimi yeniden düşündürmeye yönlendirdi. O kadınlar Pierre Paul Rubens’in Amazonların Savaşı tablosunda resmettiği gibi yarı çıplak savaştılar, düşmanlarını öldürdüler ve savaşırken öldüler. O yıllardaki ergenliğimde, birkaç yıl sonra modern bir amazon kabilesine katılacağımı ve tek silahımın vücudum olacağını hayal bile edemezdim.”
Evet modern bir amazonlar kabilesi. Ötesini yine Shevchenko söylesin:
“Kesinlikle şiddet içermemekle birlikte FEMEN eylemleri Rubens’in tablosuna çok benzer. Ve dürüst olalım, tıpkı efsanevi Amazonlar gibi, FEMEN de pek iyi bir üne sahip değil. Tarihteki tüm isyankar kadınların ortak noktası, olumsuz bir şekilde tanıtılmış ve toplumun saldırılarına maruz kalmış olmalarıdır. Toplum sizden korkarsa sizi yok etmeye çalışır. Eylemleri ve hayat tarzlarıyla cinsiyetlere bağlı ataerkil semalara meydan okuyan kadınlardan daima korkulmuştur. Erkeklerin dünyasında, kendi arzularının peşinden giden ve kendi kurallarını belirleyen bir kadından daha rahatsız edicisi de yoktur. Özellikle kadın bu işi çoğunlukla erkekten daha iyi yapıyorsa. Ve özellikle de savaşmak söz konusuysa… ”
21. Yüzyılda ivmelenerek büyüyen ve dünya çapında bulduğu destekçilerle gücüne güç katan FEMEN hareketi, başlangıçta kendine feminist mi ya da bir kadın hareketi mi olduğunu sormuş olsa da, bugün Shevchenko’nun sözleriyle tanımlanabilecek bir yere ulaşmış durumda: hiçbir kuralı kabul etmeme hali ve yeri. Bu aynı zamanda son derece geniş bir isyan durumunun da fişekleyicisi. Belki bu yüzden birçok farklı coğrafyadan ve görüşten kadını da yanına alabilmeyi başarmış durumda. Özgür dişi ruhları kendine çeken FEMEN hareketi, bugün kadını düşüncelere hapseden bedeni ilk etapta harekete geçirtmesi ile yüzyıllardır boynumuza geçirilmiş o ataerkil halkaya başkaldırmamızın, dünyadaki esaretimizi ve diğer esaretleri parçalama konusunda esas adım ve tam da burada esasın mücadelede yatan umut olduğunu söylemeye devam ediyor. “Eğer dişilik kadına özel bir nitelikse, güç, cesaret ve kendini adamışlık da bu niteliğin ayrılmaz parçalarıdır” diyor FEMEN hareketi.
Kayda değer, bereketli bir cümle… Dişiliği yüzyıllardır kendi kalıbına sokmaya çalışan bir zihniyete 21. yüzyıldan verilen önemli bir cevap bu. Gücü, cesareti ve sabrıyla dünyayı değiştirmeye yetkin bir vaadin kendinden vazgeçmeyen sesi, çığlığı ve elbette bedeni.. Tüm bunların her türlü ayrımcılığa karşı duruşunu görmekse birçok şeye değer.
* Bu yazı edebiyathaber'den alınmıştır.
Inna Shevchenko’nun yazdığı Bütün Kadınlar Kahramandır kitabını indirimli fiyat ve avantajlı kargo seçeneğiyle satın almak için tıklayın.