Raflara EYLÜL geldi

Edebiyatımızda Özel Bir Yere Sahip Bu Romanı, Yeniden Okuma Zamanı  

Okul yıllarında, hepsini biiir bir ezberlemiştik: Türk edebiyatında ilk tiyatro eseri, ilk çeviri roman, ilk gazetemiz… İlk olma özelliğini taşıyan eserlerden biri de Mehmet Rauf’un Eylül romanı idi. Hatırlarsınız, belki okuyanınız bile olmuştur: Eylül bizim “İlk Psikolojik Roman”ımızdı. Yıllarca pek çok yayınevi tarafından, sayısız baskısı yapıldı bu kitabın. 

Yazıldığı dönem gereği dili epey ağır olsa da, edebi değeri tartışılmaz bir roman, Eylül... Kurgusu ve tekniği, iç monologları ile başarısı yadsınamaz. Mavisel Yener tarafından yeniden gözden geçirilen eser, şimdi daha yalın bir Türkçe ile bir kez daha okura sunuluyor.

Yasak Aşk” dünya edebiyatında olduğu gibi, bizde de edebiyatın en gözde temalarından biri olagelmiştir. Aşk-ı Memnu’nun yazarı Halit Ziya Uşaklıgil ile aynı dönemde (Serveti Fünun) yazan Mehmet Rauf, yine yasak bir aşkın romanı olan Eylül’ü, üstadı Halit Ziya’ya “ithaf” etmiş.

İki Kişilik Yalnızlık

Beş yılı geride bırakan Süreyya ile Suad’ın evlilikleri üzerinde, kara bulutlar dolaşmaktadır. Kocasının gönlünü hoş tutmak için pek çok özveride bulunsa da Suad, mutsuz ve yalnız bir kadındır. Onlar, ayrı dünyaların insanlarıdır. İnce fikirli, akıllı, müzikten anlayan, piyano çalan Suad’ın karşısında; çocuk gibi aklı bir karış havada, tek tutkusu deniz olan bir adam vardır. Kişilikleri, zevkleri tamamen farklı bu iki insan giderek birbirinden uzaklaşırken; Süreyya’nın kuzeni ve arkadaşları Necib ile Suad arasında bir yakınlaşma doğar.

Ruhsal Karmaşa, Kutsal Aşk

Paylaşacak ortak ilgi alanlarının bulunması ve Necib’in sık sık yalıya onları ziyarete gelmesiyle Suad ve Necib arasında güçlenen arkadaşlık duygusu, yerini aşka bırakır. Romanın belkemiğini oluşturacak ikilem de böylece doğar:

Bir yandan aşkları, karşılıklı ve yakıcı biçimde büyümeye devam eder; öte yandan her ikisi de yaşanacak olası bir ihanetin sonuçlarını görecek kadar sağduyu ve onur sahibidir. Suad sadakatle bağlı olduğu evliliğine, Necib de yakın akrabası ve arkadaşı Süreyya’ya ihanette bulunmayı göze alamaz. Toplumsal ve kişisel değer yargıları, vicdanları buna izin vermez. İçlerinde yaşadıkları nice duygu karmaşasından sonra; bu aşkı ruhsal boyutu ile sınırlı tutmak konusunda ince ve kesin bir uzlaşı noktasında buluşurlar.

En Büyük Aksiyon, Ruhun Derinliklerinde Yaşanır

Trajik sonu dışında Eylül’de; alışıldık büyük olaylar, entrikalar, aksiyonlar beklenmesin. Bu romanı farklı kılan da zaten, insanın ruhsal derinliklerine doğru okuru çıkardığı yolculuk! Yazıldığı dönemde edebiyatımızda fark yaratması da yine bu yüzden... “Âşık insan” psikolojisi enikonu irdelenmiş. Kırgınlıktan kıskançlığa, sevinçten hüzne, heyecandan vicdan azabı ve umutsuzluğa kadar sürekli değişen ve devinen duygu durumları tüm ayrıntılarıyla betimlenmiş. Suad’ın iç dünyasında sürekli yaşadığı gelgitler; daha önce hiç tatmadığı aşkın büyülü heyecanı içinde savrulurken, evli bir kadın olarak yaşadığı bu yasak duygular için kendisini suçlaması ve vicdan muhasebesi oldukça başarılı biçimde anlatılmış. Kısacası Mehmet Rauf, romanda olaylardan çok, kahramanların iç dünyalarını mercek altına almış.

Neden Eylül?

Doğadaki canlılığın yok olmaya, değişip dönüşmeye başladığı eylül ayı;  kuruyan, sararan yaprakların rengiyle gelir. Neşe ve cıvıltı, yerini hüzne bırakmıştır. Biraz ayrılık, biraz ölüm çağrıştırır. Eylülün simgeledikleri, romanın temasına da işaret etmektedir. Suad ve Necib’in arkadaşlıkları ilkbaharda filizlenmiş, yaz boyunca olgunlaşıp aşka durmuş, sonbahara gelindiğinde ise yasak aşkın çıkmaz sokaklarında yüzünü kışa dönmüştür.

Bir eylül günü, üçü birlikte Beykoz gezisine çıkar. Suad dalgın dalgın çevreyi seyrederken, çınar ağaçlarından düşen kurumuş, hatta çürümeye başlamış sarı yapraklarla kendi iç dünyası arasında bir benzerlik kurar. İlkbahar ve yaz günlerinin sıcak güneşi, aydınlık ve neşeli havası yerini, kasvetli kış mevsiminin habercisi, hüzün ve ayrılık kokan sonbahara bırakmıştır. Aşk ve heyecanla dolu günlerin geçmişte kaldığını, bundan böyle mutsuz, coşkusuz bir yaşam süreceğini acıyla kendine itiraf eder. Sonunda kendisi de tıpkı bu yapraklar gibi sararıp solacak, çürüyüp gidecektir:

 “….Eylül! Öyle bir ay ki, geçen her güzel günü için ona minnettar olmak gerekir. Eylül, hüzün ve özlem ayıdır, içine birkaç günlük kış saldırısından acı düştüğü için, insan o güzel havaların, devamlı yazın artık geçtiğini anlayıp üzülür, özlem çeker…

Kendi hayatı da böyle değil miydi? Son günlerin güzelliğinden sonra şimdi yine imkânsızlığa, hüzün ve sıkıntıya düşmemiş miydi? Tıpkı şimdi düştüğü gibi, yaz da farkına bile varmadan, nasıl elindeki mutluluğu kaçırıp ilk kış hücumuyla kederleniyorsa, o da demin anlayıp eski günlerin özlemini çekmemiş miydi? Hayata yeni baştan başlamak arzusu, bugün tekrar yaz olsun isteği gibi bir şey değil miydi? Bir yıldır onu harap eden kaygıların, acıların ne olduğunu artık iyi anlıyor, ‘İşte benim eylülüm!’ diyordu.

Eylül!.. Henüz renk ve güzel kokular bitmemiş fakat baharın bol renkleri hissedilmez şekilde kaybolmuştu. Bu kayboluşta geri gelmek ister gibi bir eda vardı ama bu boş, acı, hırçın bir edaydı ve buna karşın baharın rengi soluverdi. Artık uyanmış, doğanın ruhunu görüyordu; yaprakların nasıl sararmış, birçoğunun düşüp çamurlarda çürümüş olduğunu görüyor ve şimdi, hava ne kadar güzel olsa, ne kadar geçici, bu renk ve güzel kokuların ne kadar vefasız, ne kadar ele avuca sığmaz, eldeyken değeri bilinmemiş, öylece harcanmış bir hazine olduğunu acı acı görüyordu; işte artık ne bir çiçek kalmıştı, ne de güzel bir koku… Artık dayanma gücü de kalmamıştı, hepsi çürümüştü… Önceleri yağmur yağsa umursamazlardı, yağmurdan sonra yeni bir hayat, yeni bir tazelik gelirdi; şimdiyse… İşte yağmur, işte kış, her şeyi çürütüyordu. Her şeyi… 

(…….) “Demek ki çürüyecekti, o da çürüyecekti! Böyle, hiçbir mutluluk gelmeden, daha henüz beklerken, özellikle hayatının nasıl hiçbir şeyin farkına varmadan geçmiş olduğunu anladıktan sonra, artık bir şey yapmanın mümkün olmadığını da görerek, böyle çürümek, bitmek, ona pek insafsızca, pek acı geliyordu.

Halbuki, işte onda yaşamak için daha şiddetli bir istek, mutluluktan yoksun olmamak, hayatı kaçırmamak için derin bir ihtiyaç, gerekirse mücadele yeteneği vardı. Fakat her şey boş değil mi? Ne olsa, ne yapılsa, kış gelmeyecek mi? Ya gelinceye kadar… Hiç mi, hiç mi bir şey yapılamaz? Böyle, görerek, anlayarak, bile bile hayat ve mutluluktan el çekmeye dayanmaktan başka bir şey mümkün değil mi?” (s. 195-196-197)

Mehmet Rauf’un bundan yüz on sekiz (118) yıl önce yazdığı bu roman; aşk, evlilik, kadın erkek ilişkileri ve aşkın ruhsal etkilerine dair önemli bir eser. Başka pek çok esere imza atmış olsa da; yaşadığı dönem edebiyat çevrelerinin de dile getirdiği gibi, Mehmet Rauf’un yazdıkları arasında açık ara en iyisi Eylül romanı olmuştur. Mehmet Rauf’un bizzat bir aşk adamı olmasının, başarısındaki payı ne ölçüde olmuştur bunu bilemeyiz; ancak yaşadıkları ile yazdıkları arasındaki benzerliklere, üstadı Halit Ziya bile değinmeden geçememiş (!)

Çağdaş kitapları alıp okuduğumuz gibi; edebiyatımızın kilometre taşı sayılan geçmiş eserleri de sadeleştirilmiş halleriyle alıp okumak, eski İstanbul’u nostalji duygusuyla anmak için bile değer!

 Mehmet Rauf’un Eylül romanını indirimli fiyat ve avantajlı kargo seçeneği ile hemen satın almak için tıklayın.

 

 

 

 

 

Kapat